Çocukluk yıllarımın patika yollarındaki paytak yürüyüşümü tamamlamıştım. Buraya kadar olan yolculuğumda büyüklerimin büyük yardımlarını görmüştüm. Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum. Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına adım atıyordum. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu.
Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu. Çocukluğun dar ve sıkıntılı kalıplarından kurtulmuştum. Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu. Çocukken her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu. Ne cin masalları, ne mezarlıklar, ne de karanlıklar beni korkutamıyor.
Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama, benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben bir gençtim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim de genç ve tazeydi. Hayat yolunda kimseden yardım almadan yürüyebilirdim. Gençliğimin her ânını dolu dolu yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Yürüdüğüm yollar, gezindiğim yerler renk renk güllerle doluydu. Sanki bir zafer tâkı altında yol alıyordum.
Gördüğüm her güle elini uzatıyor, her güzellikten istifade etmek istiyordum. Yeşil bahçelerin çiçekli yollarında yürürken, nisan yağmurlarının çukurlarda meydana getirdiği çamurla su birikintilerine aldırmıyordum. Deli dolu yaşama hırsıyla, kopardığım güllerin dikenli olabileceklerini hiç hesaba katmıyordum.
Bu güzel bahar mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi kaygısız ve sorumsuz bir şekilde yaşamak istiyordum. Ellerimde, kollarımda ve boynumda bulunan renkli ve süslü iplerle oynamaktan da zevk alıyordum.
Ne var ki bu tatlı ve zevkli yolculuk fazla uzun sürmedi. Bir müddet sonra dizlerimde bir takım ağrılar hissetmeye başladım. Galiba yoruluyordum. Bir ara sendeledim ve yolun kenarındaki çamurlu suya kapaklandım. Yüzüm gözüm çamur içinde kalmıştı. Ayağa kalkarken suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm kan içindeydi. O zaman anladım ki, koparıp kokladığım güllerin dikenleri burnumu ve yüzümü kanatmıştı. Boynumdaki süslü iplerin bir ucunun nefsimin ve şeytanın elinde olduğunu anlamıştım. Az evvel beni çamurlu suya düşüren ipi onlar çekmişlerdi. Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atmaya başlamıştı.
Adımlarım ağırlaşmıştı. “Ne oluyor bana?” diye haykırmak istedim. Fakat sesimi benden başka duyan olmamıştı. Önümdeki yola baktım, çiçeklerin solduğunu, yeşilliklerin kaybolduğunu gördüm. Düzlük sona ermiş, yokuşlu bir yol başlamıştı.
Yaş otuzbeş mi olmuştu ne. Yoksa yolun yarısına mı gelmiştim? İşte onu bilemiyordum. Fakat taşın sert olduğunu anlamıştım. Ruhumda bir panik başlamıştı. Geriye dönmek istedim. Fakat heyhat! Attığım her adımdan sonra arkamda kalın bir duvar örülüyordu. Geriye dönmek imkansızdı. Yola devam etmekten başka çarem yoktu. Daha ne kadar yol gideceğimi de bilmiyordum. Gittikçe yokuş dikleşiyor, yolculuk güçleşiyordu. İşte orada düşüncelerim hayalden başını kaldırdı. Hakikatin tavanına vurdu. “Gençliğim eyvah” diyen ruhumun feryadını işittim..
Abdil Yildirim
Wednesday, August 30, 2006
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
5 comments:
"İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî'nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit; ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum. İşte o zamanda, İstanbul'un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlâslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gâyet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ fermanını, hâfızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Câmîden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: "Dikkat et!" İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana "Uğurlar olsun" deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de "Allah'a ısmarladık" deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ âyetinin külliyetinde: "Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!" mânâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu."
şöyle bir söz vardır.
"Yirmi yaşına kadar
Hayatı öğrenmeyenin
Otuz yaşına kadar evlenmeyenin
Kırk yaşına kadar köşeyi dönmeyenin
Elli yaşına kadar ölmeyenin
İşi çok zor "
doğru valla:)
...şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve hergün dolar boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alış-verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar...
iman gibi hadsiz derecede kiymetdar bir nimete sahibiz, o halde gencligimizin, sagligimizin elimizden gitmeden kiymetini bilmeliyiz..
suveyda; insan asil hayati 20 den sonra ogrenmeye basliyor. o yasa kadar akil 5 karis havada oluyor. 30 yasina kadar evlenmeyenin isi cok zor katiliyorum:) koseyi donmek ? malda yalan mulkte yalan..
sadece evlilik kismina katiliyorum :)
"EY KÂİNAT"
Sayfanın sol tarafında konu başlıklarını okurken, "Kâinata mektup" başlığı dikkatimi çekti. Ben de kâinata hitap eden bir başka büyük insanın sözlerini buraya aktarmak istedim.
Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?") kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır (Muhakemat-Bediüzzaman)
Bu soruların ceavapları aynı eserde çok güzel bir şekilde verilmektedir. Meraklılarını oraya havale ediyorum.
Allah razi olsun..
Post a Comment